Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Şemsi Bayraktar, Ekonomi Muhabirleri Derneği’nin konuğu oldu. Dernek yöneticileri ve dernek üyeleriyle akşam yemeğinde bir araya gelen Bayraktar, tarım sektörünün genel değerlendirmesini yaptı, sorunları ve çözüm yollarını anlattı. Bayraktar’ın, EMD üyeleriyle bir araya geldiği sohbet yemeğindeki konuşma metni şöyle:
“Öncelikle tarım sektörünün 2011’i genel olarak olumlu geçirdiğini belirtmek durumundayım. Zaten, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, tarım, 2004-2010 döneminde, 2007 yılı hariç, istikrarlı bir şekilde büyümüştür. 2011 yılında da Ocak-Eylül dönemi itibarıyla yüzde 5,3’lük büyümeyi yakalayan tarım sektörünün, henüz açıklanmayan yıllık bazda da büyümesi beklenmektedir.
Ancak bu durum, tarımda kişi başına düşen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) miktarının hala Türkiye ortalamasının yaklaşık 3’te 1’inde kalması sorununu çözmemektedir. Bunun çözümü, tarım ve kırsalda sürdürülebilir büyümenin sağlanmasına bağlıdır. Bu da tarıma daha fazla kaynak aktarılması ve girdi maliyetlerinin düşürülmesiyle çok ilişkilidir.
Tarımdaki önemli sorunlardan biri de envanterdir. Birliğimize kayıtlı yaklaşık 5 milyon 300 bin çiftçi bulunmakta, ancak bunlardan sadece Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Çiftçi Kayıt Sistemine kayıtlı olan 2 milyon 800 bin çiftçi devlet destekleme ödemelerinden yararlanmaktadır.Tarım sektöründe yüzde 47’yi bulan bu kayıt dışılık nedeniyle sağlıklı bir üretim planlaması yapılamıyor. Tarım sektörünün bu önemli sorununu giderebilmek için Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin artık daha fazla sorumluluk alarak bazı görevleri üstlenmesi zorunluluk haline geldi. Türkiye genelinde 746 Ziraat Odasının teknik kapasitesinin artırılarak Çiftçi Kayıt Sistemi (ÇKS) ve Çiftlik Muhasebe Veri Ağı (ÇMVA) gibi görevlerin yürütülmesi ve diğer bazı sorunların çözümünde rol alarak Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın düzenleyici ve kontrol mekanizması olarak görevlerini sürdürebilmesinin sağlanması gerekiyor.
Tarım ve gıda birlikte düşünüldüğünde, sektör dış ticaret fazlası vermektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, gıda ve tarım son 16 yılda 22,5 milyar dolar dış ticaret fazlası vererek, ülke ekonomisine katkı sağlamış ve dış ticaretin yüz akı olmuştur. Gıda ve tarım ile tamamen tarıma dayalı, tekstil ve giyim eşyasında, 1996-2011 döneminde toplam 204,1 milyar dolarlık dış ticaret fazlası verilmiştir.2011 yılında gıda ve tarım 14,5 milyar dolarlık ihracat, 13,95 milyar dolarlık ithalat yapmış ve 589,2 milyon dolar dış ticaret fazlası vererek ekonomiye katkı sunmuştur. İhracat rakamı Türkiye İhracatçıları Meclisi rakamlarına göre 17,9 milyar dolardır. Yalnız, bu ihracat rakamları olağanüstü tarım potansiyeli bulunan Türkiye’ye yine de yakışmıyor. Türkiye’nin 50 milyar dolarlık tarım ve gıda ihracatı yapması hiç de zor değildir. Zaten, Türkiye’nin 2023 hedefleri içinde bunun da yer alması gerekir.
Fakat, yine de tarımsal hammadde dış ticaret dengemiz son yıllarda açık vermektedir. Arz açığı veren tarım ürünlerinin yurt içinde üretimi hem üretici ve hem de ülke dış ticareti açısından önemlidir. İnsan ve hayvan beslenmesinde önemli olan, ancak içeride yeterli üretime bir türlü ulaşamadığımız yağlı tohumlar üretiminin artırılması gerekmektedir. İhraç ürünlerimizde de kaliteli ve yeterli üretimin sağlanarak dünya piyasalarına arzı için gereken destek mekanizmaları kullanılarak bu ürünlerin rekabetçi olabilecek şekilde üretimleri sağlanmalıdır.
Tarım sektörü, toplam istihdam içindeki önemini korumaktadır. Toplam istihdamda tarımın payı, 2005-2011 döneminde yıllara göre, yüzde 23,5 ile yüzde 25,7 arasında değişmiştir. TÜİK’in, 15 Şubat 2012 tarihinde yayımlanan Hane Halkı İşgücü İstatistiklerine göre, 2011 yılı Kasım ayı itibarıyla tarımda çalışan nüfus son bir yılda 308 bin kişi arttı. Tarımsal faaliyetin azaldığı Kasım ayı olmasına rağmen tarım sektörü, istihdamın yüzde 24,7’sini karşılıyor. Tarım, iş bulmanın çok zorlaştığı günümüzde 5 milyon 990 bin kişiye istihdam sağladı. Size bir örnek vermem gerekirse, sanayi sektörü 4 milyon 701 bin kişiye istihdam sunabiliyor.
Tarımsal istihdamdaki artış, tarım dışı istihdam yaratılamamasından kaynaklanmaktadır. Tarımda var olan gizli işsizliği artıran bu durumun bir sonucu olarak tarım arazileri bölünmekte, işletmeler küçülmekte ve hem üretim hem de işgücü açısından verimlilik düşmektedir.
Kırsalda tarım dışı istihdam yaratılarak, tarımdaki nüfusun bu alana transfer edilmesi ülke ekonomisine fayda sağlayacaktır. Ancak tarımsal istihdam, yine de, genç nüfusu yüksek, kronik işsizlik problemiyle mücadele eden ülkemiz için çok önemli katkı sağlamakta, sorunların çözümüne yardımcı olmaktadır. Bu açıdan istihdama olumlu katkısı dikkate alınarak, tarıma dayalı sanayinin kırsalda kurularak istihdam yaratmasını temin edecek etkin bir destekleme mekanizmasının oluşturulması gerekmektedir.
Türkiye’de tarım istihdamında en fazla ihmal edilen konulardan birisi de sosyal güvenlik. Bu sektördeki en mağdur kesimi ise kadınlar oluşturmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumunun 2011 yılı Kasım ayı istihdam verilerine göre, tarımda çalışan 5 milyon 990 bin kişinin 2 milyon 815 bini kadınlardan meydana geliyor. Tarımda erkeklerde yüzde 73,3 olan kayıt dışılık oranı kadınlarda yüzde 96,1’yı bulmaktadır. Tarım sektöründe kayıt dışılık oranı ise yüzde 84’tür.
Toplam 3 milyon 112 bin ücretsiz aile işçisinin yüzde 86,3’ü tarımda çalışmaktadır. “Ücretsiz aile işçisi” olarak tanımlanan tarımda çalışan kadınların büyük bir çoğunluğunun (yüzde 96,4) kendine ait bir sosyal güvencesi bulunmamaktadır.
Tüm bu sebeplere ek olarak bir de 2 Ağustos 2003 tarihinden önce kadın üreticilerimizin aile reisi sayılmamasından kaynaklanan sigortalı olamama durumları bulunuyordu. Girişimlerimiz sonucu T.C. Emekli Sandığı ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 6270 sayılı kanunun 13. maddesiyle 5510 sayılı kanunun geçici 7. maddesine eklenen fıkrayla kanunda yapılan değişiklikle bu sorun çözülmüştür.
Kadın çiftçilerle ilgili neler yapabiliriz konusunda Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve TZOB olarak işbirliği protokolü alt yapı hazırlıklarımız hızla devam etmektedir.
Bir diğer önemli konu tarımsal girdiler. Türkiye’de tarımsal girdi fiyatları her yıl üretici fiyatlarından daha fazla artıyor. Bunun sonucu gübre kullanımı azalmakta, bu da üründe kalite ve verim düşüklüğüyle birlikte çiftçinin ekonomik kaybına neden olmaktadır. Türkiye dünyanın en pahalı mazotunu kullanan ülkelerden biridir. Çiftçi Kayıt Sistemine kayıtlı olmayan çiftçiler, uygulanan mazot ve gübre desteği ile diğer desteklerden yararlanamamaktadır.
Tarımsal girdi fiyatlarının, kontrol edilerek, tarımın sürdürülebilirliği ve rekabetçi bir yapıya kavuşturulabilmesini sağlayacak makul bir düzeyde tutulması sağlanmalıdır.
Son yıllarda girdi fiyatlarının üretici fiyatlarından daha fazla artmasından dolayı üreticinin alım gücü azalmaktadır. Üretici fiyatları serbest piyasada teşekkül ederken özellikle mazot ve diğer girdi fiyatlarında bundan söz edemeyiz.
Üreticinin alım gücüne katkıda bulunmak için girdi destekleri artırılmalıdır.
2006 yılında yürürlüğe giren Tarım Kanunu, tarım destekleme bütçesine bir alt sınır getirmiştir. Tarımsal desteklemelerin finansmanı başlıklı 21’inci maddede, “Bütçeden ayrılacak kaynak, Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) yüzde 1’inden az olamaz” denilmektedir. Yıllar itibarıyla incelendiğinde belirlenen bu oran en fazla yüzde 0,65 olmuştur. Diğer yandan kanunda belirtilen bu orana, tarıma yapılan diğer destekler de göz önüne alındığında yüzde 0,92’ye çıkmasına rağmen yine de ulaşılamamıştır. Destekleme bütçesinin Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya oranı kanuna uygun hale getirilerek artırılması yanında, desteklerden yararlanamayan diğer çiftçilerin de destekleme ödemelerinden faydalanmaları temin edilmelidir.
Burada girdi desteklerine de dikkatleri çekmek istiyorum. Bilindiği üzere mazot bedelinin yaklaşık yüzde 30’unu Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) oluşturmaktadır. Buna ilaveten mazotta yüzde 18 Katma Değer Vergisi (KDV) yükü vardır. Çiftçilere verilen mazot desteği, tarımda kullanılan mazota ödenen bedelin yüzde 5’ini ancak karşılamıştır. Bu rakam da mazot için çiftçinin ödediği KDV’nin ancak 4’te birine tekabül etmektedir. Tarımsal ürünlerimizin dünya fiyatlarıyla rekabet edebilmesi, diğer ülkelerin üreticilerine uyguladıkları yüksek orandaki desteklerin ülkemiz çiftçilerine de sağlanmasıyla mümkün olabilecektir. Bazı ülkelerde çiftçinin mazotu normal fiyatından çok daha ucuza kullandığı bilinmektedir. Üretim maliyetlerinin düşürülmesi için, çiftçimizin kullandığı mazota ÖTV ve KDV istisnası getirilmelidir.
Tarım sektörünün dünya ile rekabet edebilmesi için üretim maliyetlerini düşürmesi gerekmektedir. İşsizliğin yükünü de taşımaya devam eden tarımda, üretim maliyetlerinin düşürülmesi için öncelikle temel girdiler üzerindeki vergi yükü kaldırılmalı veya çiftçiye geri ödenmesi sağlanmalıdır.
Bir diğer konu da tarım topraklarının, miras hukukundan kaynaklanan olumsuzluklar nedeniyle karlı işletmelerin kurulmasına imkan vermeyecek ölçüde küçük parçalara ayrılmış olmasıdır. Bu durum sonucu tarım topraklarının büyük bir kısmı ekonomik olmaktan çıkmıştır. Tarımsal işletmelerimizin ölçeklerinin küçüklüğü yanında çok parçalı olması, tarımda verimliliğin artmasının önündeki en büyük engellerden birini teşkil etmektedir.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın, Türkiye genelinde toplulaştırmaya ihtiyaç olan 14 milyon hektar alanın 4 milyon hektarının 2012 yılı sonuna kadar toplulaştırılması hedefini memnuniyetle karşılıyoruz. Toplulaştırma çalışmalarının hızlı bir şekilde sonuçlandırılması gerekmektedir. Bir taraftan arazileri toplulaştırırken, mevcut tarım topraklarının yeniden parçalanmaması için, miras hukukunun da en kısa zamanda değiştirilmesi, tarım arazilerinin mirasla parçalanmasının önlenmesi tarımımız için hayati önem taşımaktadır. TZOB olarak böyle bir düzenlemeyi destekleyeceğimizi daha önce de söyledik, şimdi de bir kez daha tekrarlıyorum.
Üzerinde duracağım bir diğer konu, enflasyonu mevsimlik olarak meyve sebze ve gıda fiyatlarının yükselttiğine yönelik iddialar. Enflasyonu özellikle Ocak-Nisan döneminde tarım ve gıdanın artıracağı iddiaları gerçeği yansıtmadığını bir kez daha ifade etmek durumundayım. Örneğin 2011 yılında tarımda enflasyon, Ocak-Şubat-Mart, gıdada ise tüm aylarda üretici fiyatları endeksinin (ÜFE) altında kaldı. 2011 yılında TÜİK rakamlarıyla, Üretici Fiyatları Endeksindeki (ÜFE) artış yüzde 13,33, Tüketici Fiyatları Endeksindeki (TÜFE) artış, yüzde 10,45 oldu. ÜFE’de tarımda enflasyon, 2011 yılında yüzde 10,54, gıdada yüzde 12, TÜFE’de gıdada yüzde 12,21’e oldu. 2011 yılında genel olarak tarım ve gıda fiyatları menfi değil, müspet, enflasyonu aşağı düşürücü yönde ekonomiye olumlu katkıda bulundu. 2012 yılında da yıl sonu tarım ve gıda enflasyonunun ÜFE artışının altında kalmaması için hiçbir gerekçe yok. Enflasyonun sorumlusu olarak meyve sebze fiyatlarını ve çiftçiyi görmek de doğru değildir. Rakamlar da bunun böyle olmadığını kanıtlıyor.
Ocak ayı TÜFE rakamlarının bir önceki aya göre yüzde 0,56, bir önceki yılın aynı ayına göre ise yüzde 11,67 arttı. Üretici fiyatlarında ise aylık değişim, yüzde 0,38 ve geçen yılın aynı ayına göre yüzde 11,13 oldu. ÜFE’de tarım fiyatları aylık olarak yüzde 0,97 ve geçen yılın aynı ayına göre ise yüzde 8,44 artış gösterdi. Aylık olarak TÜFE gıda fiyatlarında yüzde 1,13, tarım üretici fiyatlarında ise yüzde 0,97 artış görüldü.
Üretici ve marketlerde fiyatı, Ocak ayında en fazla artan iki ürün, sivri biber ve yeşil fasulye olmuştur. Bu iki ürünle birlikte fiyatı artan patlıcan, salatalık gibi ürünlerin bu mevsimdeki arzı, örtü altı üretimden sağlanmaktadır. Bu yıl Ocak ayında mevsim normallerinin altında gerçekleşen hava sıcaklıkları, soğuk havalara karşı daha hassas olan sivri biber ve yeşil fasulyede verimlerin azalmasına neden olmuştur. Hava sıcaklıklarının azalması seracılık yapan üreticilerin özellikle ısınma maliyetlerini artırmış, bu durum ürün fiyatlarında artışa neden olmuştur. Açık alanda üretimi gerçekleştirilen ıspanak, pırasa gibi kışlık sebzelerde fiyat artışının önemli nedeni düşük hava sıcaklılarının bu ürünlere zarar vermesinden kaynaklanmıştır.
Bugün gelişmiş ülkelerin ulaştıkları sosyal ve ekonomik refahın temelinde, tarımdaki gelişme yatmaktadır. Tarım sektörünün oynadığı bu roldeki en büyük pay, kooperatiflerin ve diğer çiftçi kuruluşlarınındır. Üretimden pazarlamaya kadar üreticileri örgütlü hareket edebilen ülkelerde hem üreticilerin pazar payı artmış hem de bu sayede tarım-sanayi entegrasyonu hız kazanabilmiştir. Çiftçi örgütleri, çiftçinin refahının artmasına hizmet ettiği gibi demokrasinin de önemli bir öğesidir. Sanayi yanında tarımını da geliştirmiş ülkelerde üretici organizasyonlarının kırsal kalkınmada önemli rol oynadığı görülmektedir. Buna karşılık, ülkemizde bulunan kooperatifler kendilerinden beklenilen işlevleri gerçekleştirebilecek seviyeye henüz ulaşamamışlardır.
Kooperatiflerin tarımsal üretimdeki arz fazlasını yönlendirebilmeleri için lisanslı depoculuğun mutlaka geliştirilmesi ve önündeki bürokratik engellerin kaldırılması gerekmekte ve Tarım Kredi Kooperatiflerine verilen düşük faizli kredilerin Tarım Satış Kooperatiflerini de kapsaması gerekmektedir. Kooperatiflerin mali yönden güçlendirilmesinin yanında üyelerinin örgütlerini sahiplenmesi ve bilinçlerinin artırılması yönünde sürekli eğitimler yapılmalıdır.
Tarımda tamamlanamayan konulardan biri de sulamadır. Ülkemizin ekili ve dikili alanları TÜİK’in 2009 yılı verilerine göre, 24,3 milyon hektardır. Bu rakam az değildir. Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’de İngiltere kadar ya da Hollanda, Belçika, Danimarka, İsviçre, Avusturya’nın toplam alanlarından daha büyük ekili ve dikili tarlası, bağı, bahçesi bulunmaktadır. Yalnız, tarım arazilerinin 4,3 milyon hektarı (Hollanda’dan büyük bir alan) yağış yetersizliği nedeniyle nadasa bırakılmaktadır. Buna karşılık tarım arazilerimizin yaklaşık 8,5 milyon hektarı (Hollanda, Danimarka’nın toplamı kadar) teknik ve ekonomik olarak yeraltı ve yerüstü sularıyla sulanabilir özellikte. Ama hala, Devlet Su İşleri’nin (DSİ) 2009 verilerine göre, bunun ancak 5,4 milyon hektarı sulamaya açılmıştır. Bir diğer ifadeyle 3,1 milyon hektar (Belçika’dan büyük) bir alan hala sulanamamaktadır. Bu büyük bir kayıptır. Türkiye, bütün olanaklarını kullanarak bu alanları sulamaya açmalıdır.
Şu konuda gözden uzak tutulmamalıdır. Tarım arazilerinin parçalı olması sulama yatırımlarının da maliyetini çok artırmaktadır. Bu nedenle Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın “yılda 1 milyon hektar arazi toplulaştırılması” hedefine bağlı kalarak arazi toplulaştırılması çalışmalarının bir an önce tamamlanması, işletmelerin optimal büyüklükte rantabl işletmeler haline getirildikten sonra sulama yatırımlarına girişilmesi, bu çerçevede Doğu Anadolu Projesi (DAP), Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), Konya Ovası Projesi (KOP) gibi bölgesel sulama projelerinin ivedilikle bitirilmesi sağlanmalıdır.
Tarımımızın diğer bir sorunu da çayır mera alanlarının yıllar itibarıyla kaybedilmesidir. TÜİK verilerine göre ülkemizde çayır mera alanları 1949’da 38,6 milyon hektar (Almanya ve Belçika’nın toplamı kadar) iken 2000 yılında 17,1 milyon hektara, 2009’da ise 14,6 milyon hektara (Yunanistan ve Lübnan’ın toplamından biraz fazla) gerilemiştir. Bir diğer ifadeyle çayır mera alanlarının yüzde 62,2’si (üçte ikiye yakını ya da İngiltere toplamı kadar) kaybedilmiştir. Yapılan hesaplamalara göre hayvancılığımızın yıllık kaba yem açığı 24,4 milyon tondur (Türkiye Ziraat Mühendisliği VII. Teknik Kongresi, 2010). Kaba yem üretimi Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın destekleriyle artmasına rağmen kaba yem açığımız halen devam etmektedir. Çıkarılan 4342 Sayılı Mera Kanunu’nun üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen meralarımızla ilgili çalışmalar istenilen seviyeye getirilememiş, özellikle ıslah çalışmaları çok yetersiz kalmıştır.
“Buğdayla koyun, gerisi oyun” ve “Et meselesi, ot meselesidir” özdeyişlerinden hareketle çayır mera alanlarımızın daha da daralması önlenmelidir. Son zamanlarda basında, meralarda küçük ünite yapımına müsaade edilebilmesi için mevzuatta gerekli değişikliklerin yapılacağı haberleri yer almaktadır. Söz konusu değişikliğin hayvancılığımıza fayda sağlayacağı düşüncesiyle, iyi niyetle yapıldığından şüphe duyulmamakla birlikte, bu değişikliğin başka yapılaşmalara da yol açarak meralarımızın daha da azalacağından endişe etmekte ve meralarımızın aleyhine olabilecek bir uygulamanın kaba yem açığımızın daha da artmasına neden olacağını düşünmekteyiz. Ayrıca çayır ve meralarda ıslah çalışmaları yapılmalı, bilinçli otlatma için gerekli tedbirler alınmalıdır.
Topraklarımız için en büyük tehlike de erozyondur. Ülkemizde işlenen tarım arazilerinin yüzde 75’inde, diğer bir ifade ile yaklaşık 20 milyon hektarında yoğun erozyon görülmekte, her yıl yaklaşık 500 milyon ton tarım toprağı, tüm ülke yüzeyinden ise 1,4 milyar ton verimli üst toprak erozyonla kaybedilmektedir. Ayrıca küresel ısınmanın etkileri ile bitki örtüsünün zayıflamasıyla birlikte oluşan ani ve şiddetli yağışlarla meydana gelen seller toprak erozyonunun şiddetini daha da artırmaktadır. Dokuzuncu Kalkınma Planı Raporunun (2007-2013'te Plan Öncesi Dönemde Türkiye'de Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler) başlığı altında son 10 yılda tarım dışına çıkarılan yüksek verimli tarım alanları toplamının 1,26 milyon hektara ulaştığı belirtilmektedir.
Erozyonu önlemek amacıyla ağaçlandırma çalışmalarına ivme kazandırılmalı, bu yönde uygulanan ve 2012’de sona erecek olan Başbakanlık Ağaçlandırma Seferberliği daha da genişletilmelidir. Bu yöndeki çiftçi eğitim çalışmaları sürdürülmelidir. Doğal çevrenin korunması için devletin acilen politika oluşturması gereklidir. Tarım arazilerinin tarım dışı amaçlarla kullanımını önlenmesi için Toprak Koruma Kanunu taviz vermeden uygulanmalıdır.
Türkiye genelinde Ülkesel Toprak Etütleri’ne göre 2,78 milyon hektar arazide tuzluluk ve drenaj, 1,5 milyon hektarında ise çoraklaşma problemi vardır ve çoraklaşan bu arazi toplam işlenen tarım arazilerinin yüzde 5,48’ine eşdeğer büyüklüktedir.
Suyun rasyonel ve etkili kullanımını sağlamak için AB Su Çerçeve Direktifine uyumlu, ancak ulusal çıkarlarımızın göz ardı edilmediği bir su yasası çıkarılmalıdır.
Ülkemiz tarımda daha sorunlu bir alan olan, çözümü de uzun ve meşakkatli bir süreci gerektiren hayvancılıktan da bahsetmek istiyorum. Sizler tarafından da malum olduğu üzere ülkemiz karkas sığır ve canlı hayvan ithalatı yapmaktadır. İthalata başladığı günden günümüze kadar geçen sürede ithalat için yaklaşık 1,9 milyar ABD Doları döviz ödenmiştir. Kırmızı et üretiminde ithalatın başlatıldığı dönemdeki üretim seviyesine ancak yaklaşabilen bir üretim gerçekleştirilebilmiş, perakende sığır eti ve koyun eti ile salam, sosis, sakatat, sucuk gibi et ürünlerinin fiyatları yapılan onca ithalata rağmen, ne yazık ki düşürülememiştir. Bütün bu veriler ışığında, bir buçuk yıldır uygulanan ithalat sürecinde gelinen noktaya bakıldığında, ithalatla istenilen hedefin gerçekleşmediği görülmektedir.
Gerek üreticilerimizin ve tüketicilerimizin menfaatleri, gerekse ülke hayvancılığımızın geleceği açısından ithalat uygulamalarının, sektör paydaşlarının bir araya geldiği bir platformda tekrar değerlendirilmesini ve bu eksende yeni yol haritasının belirlenmesini zorunlu görmekteyiz. Bu sayede kaynaklarımızın dışarı aktarılması ve diğer ülkelerin üreticilerinin desteklenmesi önlenecek, dolayısıyla iç üretimin sürdürülebilirliği sağlanabilecektir.
Bugün itibarıyla üreticilerimiz, kendisine kilogramı 17-18 liraya mal olan karkası 14 liradan satmakta, kilogramda 3-4 lira civarında zarar etmektedirler. Sermayeleri her geçen gün erimekte, üretimin sürdürülebilirliği de zorlaşmaktadır.
İthalata bağımlılıktan kurtulmak, iç üretimi sürdürülebilir kılmak için, zarar edilen bu farkın mutlaka devlet tarafından karşılanarak çiftçilerimize verilmesi gerekmektedir. Hükümetimizden bu yönde adım atmasını, en son 2011 Temmuz ayında verdiği besicilere yönelik destek uygulamasını yeniden başlatmasını talep ediyoruz. Bunların yanı sıra et ve canlı hayvan kaçakçılığının tamamen önlenmesi için gerekli tedbirler de alınmalıdır. Hükümetimizin son zamanlarda küçükbaş hayvancılığa verdiği destekleri çok olumlu buluyor ve önemsiyoruz. Desteklerin artarak devam etmesini bekliyoruz.
Ülkemizde taraflarca belirlenen ve imza altına alınan çiğ süt fiyatları çoğu zaman tek taraflı olarak, genelde de sanayiciler tarafından ihlal edilmekte, bu ise yapılan ihalelerin tartışılmasına neden olmaktadır.
Bunun için, 2012 yılında devletin öncülüğünde önemli adımların atılması gerekmektedir. Bu amaçla atılacak ilk adım ise ülkemizde uygulanan ihale sistemine yönelik radikal tedbirlerin alınması olacaktır. TZOB olarak bu konuda sektör paydaşlarını bir araya getirerek bir çalışma yaptık ve hazırladığımız raporu yetkililere sunduk. Yakın zamanda bu konuda radikal adımlar atılmasını, bu sistemin işler hale getirilmesini temenni ediyoruz.
Sütte bir diğer konu ise üreticinin yem alım gücüdür. Bundan dolayı süt/yem paritesi çok önemlidir. Bilim adamlarımız süt sığırcılığında süt/yem paritesinin 1,5’in altına düşmemesi, 1,8-2,0 civarında seyretmesi gerektiğini belirtmektedirler. Yani üreticimizin süt üretiminden para kazanabilmesi için 1 kilogram süt sattığında en az 1,5 kilogram yem alabilmesi gerekir. Ülkemizde paritenin yıllar itibariyle genelde 1 ve 1,2 arasında değiştiği, 2011 yılına bakıldığında ise paritenin 0,7-0,8 oranına düştüğü görülmektedir. Yani üreticilerimiz açısından bugün itibariyle sürdürülebilir bir üretimden bahsetmek mümkün değildir.
Süt üretiminin sürdürülebilir olabilmesi için öncelikle piyasada fiyat istikrarını sağlayıcı tedbirlerin alınması, süt desteğinin de artarak devam etmesi gerekmektedir.
Uzun süredir önemsediğimiz, hayvancılığımızın gelişmesine ve sorunlarının çözümlenmesine önemli katkı sağlayacağına inandığımız ve yetkililere her platformda ilettiğimiz, hayvancılık sektöründe müdahale kurumlarının oluşturulmasıyla ilgili talebimizi dikkate alan çalışmanın, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanımız Sayın Mehdi Eker’in yaptığı, Avrupa Birliği ve gelişmiş birçok ülkede yıllardır uygulanan “hayvansal ürünlerle ilgili müdahale sistemlerini kuracağız” şeklindeki açıklamasıyla başlatılmış olmasını memnuniyetle karşılıyoruz.
Hayvancılığımız ve üreticilerimiz için çok faydalı olacağına inandığımız böyle bir kurumun oluşturulması çalışmalarında tüm sektör paydaşlarının görüşlerinin alınması ve tam bir mutabakat sağlanarak 2012 yılı içerisinde kurulumunun sağlanmasını beklemekteyiz.
Güçlü alt yapısıyla kanatlı sektörü, son zamanlarda gerek üretimde, gerekse dış ticarette hızlı bir ivme yakalamış olup, hızla büyümeye devam etmektedir. Bugün yumurta üretimimiz 15 milyar adetlere, kanatlı eti üretimimiz ise 1,5 milyon tonlara yükselmiştir. Sektör, ihracatta da ciddi bir atılım gerçekleştirmiş, bugün itibarıyla yumurta ihracatımız 200 bin tonlara (250 milyon dolar değerinde), kanatlı eti ihracatımız da 200 bin tonlara (340 milyon dolar) yükselmiştir.
Kanatlı sektörü için önerilerimize gelince;
Soya, mısır gibi yem katkısı hammaddelerin yerli üretiminin desteklenerek, ihtiyacın ülke içinden karşılanmasını sağlayacak politikalar hayata geçirilmeli,
Sektör, yüksek maliyetli üretim yanında gelişmiş ülkelerde verilen ihracat destekleri nedeniyle dış ticarette rekabet etmekte zorlanmaktadır. Bunun için ihracat destekleri sektörü rekabetçi bir seviyeye yükseltecek düzeyde olmalı,
Damızlık ihtiyacının yurt içinden karşılanmasına yönelik Ar-Ge yatırımlarına destek verilmeli, böylece sektörün dışa bağımlılıktan kurtulması sağlanması,
Yumurta sektöründe üretim kapasite artışlarının yumurta tüketimi ve ihracat miktarlarına paralel bir seyir izlemesine, arz fazlası oluşmaması için üretim planlaması yapılmasına, yurt dışı damızlık girişlerinin de bu planlamaya paralel hale getirilmesine ihtiyaç vardır. Devlet bu konuda etkin bir rol üstlenmelidir.
2010 Yılı Ocak-Ekim döneminde 6,5 milyon dekar olan sigortalı alan, 2011 yılı aynı dönemde yüzde 40 oranında artarak 9,1 milyon dekara ulaşmıştır. Aynı dönemlerde poliçe sayısı yüzde 60 artarken, sigortalı büyükbaş hayvan sayısı yüzde 126 oranında artarak 305 bin başa ulaşmıştır. Ancak, ülkemizde toplam ekilen tarım alanı dikkate alındığında sigortalanma oranı halen yüzde 5, sigortalanan büyükbaş hayvan sayısı da yüzde 3’dür.. Tarım sigortasında arzu edilen gelişmenin sağlanamamasının nedenleri arasında, tarımsal üretimde çiftçileri mağdur eden bazı risklerin sigorta kapsamında olmaması, hayvancılıkta kapsamdaki hastalıkların yeterli olmaması, yüzde 50 prim desteğine rağmen sigorta bedellerinin yüksek bulunması, eksperlerin raporlarına yüzde 100 güven duyulmaması, muafiyet ve müşterek sigorta oranlarının yüksekliği ile zarar durumunda tazminatın az ödenmesi başta gelmektedir.
Bu nedenle tarım sigortasında prim bedellerinin düşürülmesi, muafiyet ve müşterek sigorta oranlarının yeniden belirlenmesi, üreticileri sigorta yaptırmaya teşvik edici tedbirler alınması, eksperlerin çalışmasının gözden geçirilmesi, 2012 yılı için sigortalanma oranı artışına yönelik hedef tespit edilmesi gerekmektedir. 2011 yılında tarla ürünlerinden patates, şeker pancarı, kışlık sebze gibi ürünlerde yaşanan don afeti çiftçileri mağdur etmiştir. Bu nedenle kuraklık ile tarla ürünlerinde yaşanan don gibi önemli riskler, en kısa zamanda sigorta kapsamına alınmalıdır.
2011 yılında Ziraat Bankası yatırım kredisi kullanımında Ağustos ayından itibaren sorun yaşanmıştır. Ziraat Bankası, faizsiz yatırım kredilerine başvurunun çok fazla olması ve kaynak yetersizliği nedeniyle başvuruları 2011 yılı Ağustos ayından itibaren değerlendirememiştir. Bu durum, kullanacağı krediye güvenerek yatırıma başlamış olan girişimcileri oldukça mağdur etmiştir.
Üreticilerin yüksek faiz oranlarıyla kredi kullanmasının önlenmesi ve tarımsal kredi kullanımının kontrol altına alınmasının sağlanması amacıyla sadece Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri (TKK) aracılığıyla uygulanan sübvansiyonlu kredi, diğer kamu bankalarını da kapsamalıdır. Bu uygulama ile Ziraat Bankası ve TKK üzerindeki fazla yük kaldırılmalı, üreticinin düşük faizli krediye ulaşması sağlanmalıdır.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre, 2011 yılında tarımda toplam kredinin yüzde 3,2’si takibe düşmüş kredileri kapsamaktadır. Bu orana göre 2011 yılının ilk 9 ayında takibe düşen kredi miktarı 1 milyar liraya yaklaşmıştır. Takibe düşmüş kredilerin oranı, 2011 yılı 9 aylık dönemde Ziraat Bankası’nda yüzde 2 iken, Vakıfbank’ta yüzde 2,5, Denizbank’ta yüzde 7,5, Yapı Kredi Bankası’nda yüzde 4,7’dir. Diğer bankaların takip oranının yüksekliği, üreticileri arazilerinin satılması riskiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Özellikle yabancı sermayeli bankalar dikkate alındığında, tarım arazilerinin yabancılara satışı gündeme gelmekte, bu durum geleceğe yönelik tehdit unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda ek bir kaynak ayrılarak, üreticilerin özel bankalara olan borçları yapılandırılmalıdır.
Pamukta standardizasyon, kalite kontrolü ve depolama halen bir sorun olmaya devam etmektedir. Tek balya standardizasyonuna geçilmelidir. Destekleme sisteminde tek balya standardizasyonuna geçiş konusunda üretici teşvik edilmeli, eğitilmelidir. Pamuk ürünü için çıkarılan Lisanslı Depoculuk Yönetmeliği çerçevesinde lisanslı depoculukla ilgili alt yapının oluşturulması sağlanmalıdır. Böylece belli standartlara sahip ürünün depolanması sağlanmış olacaktır. Pamukta kirlilik (kontaminasyon), kütlü pamuk üretimimizin yaklaşık yüzde 50’sini karşılayan Güneydoğu Anadolu bölgemizde (GÜNYAĞDER, 2010) halen önemli bir sorun olarak devam etmektedir. Bu sorunun devam etmesi pamuklarımızın iç ve dış piyasa değerini düşürmekte ve ithal pamukların tercih edilmesine neden olmaktadır. Pamukta hasadın elle toplanması yerine makine ile yapılması, maliyeti düşürmesinin yanı sıra, özellikle Güneydoğu Anadolu‘da elle hasattan kaynaklanan yüzde 17-18 olan fire (ABD’de yüzde 3-4) sorununun önüne geçecektir. Yapılan hesaplamalar, makineli hasatla üretim maliyetlerinde yüzde 5 oranında düşüş olacağını göstermektedir. Çok pahalı olan pamuk hasat makinelerinin temininde KDV oranı yüzde 1’e düşürülmeli, ithalatta, ödemede ve kredilendirmede kolaylıklar sağlanmalıdır.
Fındık üretim maliyetlerini düşürmek amacıyla 2009 yılının Haziran ayında açıklanan ve fındık stratejisi kapsamında fındık üreticilerine 3 yıldır ödenen dekara 150 lira olarak ödenen destekler 2011’ de sona ermiştir. Fındık üreticisinin serbest piyasa şartlarında üretime devam edebilmesi, ancak üreticinin desteklenmesi ile mümkün olabilecektir. Bu sebeple fındıkta alan bazlı desteklerin devam etmesi ve primlerin zamanında ödenmesi üreticimiz açısından önem arz etmektedir.
Bitki Pasaportu Sistemi ve Operatörlerin Kayıt Altına Alınması Hakkında Yönetmelik, 2011 Aralık ayında yürürlüğe girmiştir. Yönetmelik, kayıt altına alınacak operatörlere bazı sorumluluklar ve cezai yaptırımlar getirmektedir. Sistemin düzenli olarak işlemesi ve sorumlulukların tam olarak yerine getirilebilmesi için öncelikle sistemin iyi anlaşılması ve sürece adaptasyon önemlidir. Bu konuda Birliğimiz ve odalarımızca gerekli eğitim verilmeye çalışılmakla birlikte, çoğu odamızda teknik eleman yetersizliği nedeniyle tarım il müdürlükleri çiftçilerimize gerekli eğitimi vermelidir.
Türkiye’de 8 Eylül 2006 tarihinde Resmî Gazete yayımlanan Tarımsal Yayım ve Danışmanlık Hizmetlerinin Düzenlenmesine Dair Yönetmelik ile getirilen sistemin, yerleşmesi ve geliştirilmesi yönünde önemli çalışmalar yapılmıştır.
Sistemde, hem hizmeti alan çiftçinin hem de hizmeti veren serbest tarım danışmanlarının uygun miktarda teşviklerle desteklenmesi de öngörülmüştür. Bu amaçla, ülkemizde tarımsal danışmanlık hizmeti satın alan çiftçi/tarımsal işletmeler 2009 yılından itibaren Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından destekleme kapsamına alınmış ve desteklerin doğrudan çiftçiye verilmesi sağlanmıştır.
Son yıllarda danışmanlık hizmeti veren ziraat odalarımız, üreticilere ödenen bu desteklemenin, doğrudan kendilerine verilmesinin sağlanmasını talep etmektedir. Sistemin daha iyi çalışmasını temin etmek açısından, Tarımsal Danışmanlık Hizmeti veren ziraat odalarımızın bu konudaki taleplerinin dikkate alınması ve danışmanlık desteğinin doğrudan odalarımıza verilmesinin sağlanması önemlidir.
2-B arazileriyle ilgili “Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi İle Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun Tasarısı ” hazırlanmış ve Mecliste komisyona gelmiş ve alt komisyona havale edilmiştir. 2-B arazileri ile hazine arazilerinde üretim yapan ve ecrimisil ödeyen çiftçilerimiz, çiftçi kayıt sisteminde (ÇKS) yer almadıklarından dolayı hiçbir destekten yararlanamamaktadırlar. Söz konusu çiftçilerimizin de ÇKS’ye kaydedilmesi ve desteklerden yararlandırılması gerekmektedir. Bu araziler üzerinde üretim yapan insanların en az 4-5 nesildir bu alanlarda üretim yaptıkları dikkate alınmalı ve bu arazilerin bedelleri tarımsal gelir durumu göz önüne alınarak belirlenmeli ve uzun vadeli krediyle hak sahiplerine devredilmelidir.
Tohumluk üretimi son yıllarda yapılan ıslah çalışmaları neticesinde gelişme göstermekte, üretim ve çeşitlerde artış sağlanmaktadır. Son on yıllık dönemde tohumluk üretiminde yüzde 243, ithalatında yüzde 110, ihracatında ise yüzde 265 oranında artış gerçekleşmiştir. Tohumda yerli hibrit sebze çeşitlerinin kullanım oranı yüzde 30–35’ler seviyesine ulaşmıştır. Ancak sebze tohumluğu başta olmak üzere, tohumlukta dışa bağımlılığı azaltmak amacıyla, yeni çeşit geliştirmek için araştırma ve geliştirmeye yönelik çalışmalara hız verilmesi son derece önemlidir. Bunun için kamu araştırma kuruluşları, üniversiteler ve tohumculuk kuruluşları arasında sıkı bir diyalog kurularak kamunun araştırma-geliştirme (Ar-Ge) alt yapısından yararlanılmalıdır. Araştırma ve geliştirme faaliyetlerin yapılabilmesi için yeterli kaynak ayrılmalıdır.
Bilindiği gibi, kaliteli ve yüksek verim elde etmenin yolu sertifikalı tohumluk kullanımından geçmektedir. Çiftçilerimizin uygun fiyatla tohum temin etmesi verimli ve kaliteli üretimin devamlılığı bakımından önem arz etmektedir. Bu nedenle, tohumluk fiyatlarının düşük tutulması gerekmektedir. Çiftçilerimizin sertifikalı tohumluk kullanımına özendirilmesi için verilen destekler artırılarak devam etmelidir. Sertifikasız kaçak tohumluk üretimi ve satışı ise daha sıkı denetlenmelidir.
Zirai ilaç kullanımında çiftçilerimizin eğitimi hem bitki sağlığı hem de insan sağlığı açısından çok önemlidir. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından da görsel ve yazılı iletişim araçların kullanılması yanında uygulamalı olarak da çiftçi eğitimi çalışmaları yapılmalıdır. İlaçlama programları konusunda çiftçi eğitim çalışmalarının etkili ve yaygın olarak sürdürülmesi için, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı İl ve İlçe teşkilatlarının çiftçilerimizin meslek kuruluşu olan Ziraat Odaları ile yakın bir işbirliği içine girmeleri bize göre büyük önem taşımaktadır.
Biyoteknoloji konusundaki Ar-Ge çalışmaları üniversiteler ve araştırma enstitülerinde yapılmaktadır. Ülkemizde üretim her ne kadar yasak kapsamında olsa da biyoteknoloji konusunda geri kalmamak için bilimsel çalışmalara devam edilmeli, güçlü bir teknik altyapı oluşturulmalıdır.
Görsel medyada genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ile ilgili yapılan haberlere baktığımızda, çarşı pazar görüntüleri içinde meyve ve sebzeler ekranlara getirilmekte, konunun uzmanı olmayan kişilerce açıklamalar yapılmaktadır. Üretimde kullanılan yöntemlerin tümü GDO’lar ile irtibatlandırılmaktadır. Bugün, üretimde kullanılan bitki gelişim düzenleyicileri, zirai ilaçlar, hibrit tohumlar GDO’lar ile karıştırılmaktadır. Yapılan açıklamalar ve ekrana yansıyan görüntüler üreticilerimize zarar vermektedir. Tüketicileri ise her yediğinden şüphe duyar hale getirmiştir. Ülkemizde GDO’lu ürünlerin üretimine izin verilmemektedir. Hali hazırda ülkemize giren GDO’lu ürünler ise mısır, soya, pamuk ve kanoladır.
Biyogüvenlik Kurulu, 26 Ocak 2011 tarihinde düzenlediği dördüncü toplantısında, Türkiye Yem Sanayicileri Birliği Derneği İktisadi İşletmesinin 29 Eylül 2010 tarihli, A2704-12, MON 89788 ve MON40-3-2 genlerini ihtiva eden soya fasulyesinin ve ürünlerinin hayvan yemlerinde kullanılması amacıyla yaptığı başvuruyu kabul etmiş hayvan yemlerinde kullanılmasını kabul etmiştir. Alınan kararlar 26 Ocak 2011 tarihli ve 27827 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Ayrıca Bir firmanın gıda amaçlı kullanımı amacıyla 3 soya geni hakkında izin talebi, halen Risk Değerlendirme ve Sosyo-Ekonomik Değerlendirme Komitesi’nde incelenmektedir.
24 Aralık 2011 tarihli ve 28152 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Biyogüvenlik Kurulu kararlarına göre 13 mısır çeşidinin hayvan yemlerine kullanılmasına yönelik ithalatına izin verilmiştir.
GDO’lu ürünlerin geleceğe yönelik özellikle insan sağlığı üzerindeki etkileri henüz tartışma aşamasında olması nedeniyle GDO’lu ürün ithalatı konusunda hassas davranılması mümkün olduğunca ithalat yerine, mısır, soya gibi üretim açığımız olan ürünlerin üretimini artırarak, yerli üretimle ihtiyaçlarımızı karşılamamız gerekmektedir.